Hani çocukken penceresi çatısının hemen altından başlayan evler çizerdik, etrafında da mutlaka ufak ağaçlar olurdu. Büyüdükçe o evlerin çizdiğim kağıtlarda kaldığını düşünürken geçtiğimiz haftasonu o evlerden birinin kapısından içeri girdim. Aslında, Almanya’ya gitmek planlarım arasında pek yoktu ama ufak bir kaçamağın bana iyi geleceğini biliyordum. Öyle de oldu.
Kaldığım yer Hannover’daydı. Ben, grinin tüm tonlarını görmeyi beklerken yeşilin tüm tonları ayaklarıma serildi. Bir buçuk saat gibi kısa bir sürede adım attığın yerde yenilenmek gerçekten güzel bir duygu. Havalanından eve giderken geçtiğim tüm yollar ağaçlarla çevriliydi. Kimisinin yaprakları çoktan sararmıştı, kimiside yaklaşan kışa tüm gücüyle direnircesine yemyeşildi. Peki bu kadar farklı bir yerde insan kendini evinde, memleketinde gibi hissedebilir miydi ? Eğer, sizi karşılayan insanlar sizi yeni tanımasına rağmen sımsıkı sarılıyorsa, akşam sofrada en az dört çeşit yemek varsa ( üstelik bir tanesi kısırdı:)), son noktayı orta şekerli türk kahvesiyle koyuyorsanız ve kimse fal bakmadığı halde kahveler tabaklarında ters çevriliyorsa, tıka basa doymuş olmanıza rağmen kimseyi ikna edemiyor ve aynı heyecanla ortaya tatlı getiriliyorsa…cevabım kesinlikle evet.
Her yeni yer, sokaklarından, tarihi yerlerinden keşfedilmeye başlanır ya biz de parkından başladık. Beni o parka tüm gün bıraksalar gık demezdim. Açardım müziğimi hatta onu bile yapmaz, otururdum öylece. Tüm gün oradan oraya koşuştururken, yapılan kahvaltılar içtiğin ılık bir kahve hızındayken bazen zamanın durduğunu hissetmeye kimin ihtiyacı yok ki? Ben bu iki günlük tatilimde belkide bu yüzden en çok bu parkı sevdim. Çünkü benim zamanımın durduğu yer burasıydı.
Ben yüksek dozda huzurumu almıştım. Artık tüm turistler gibi "gezelim, öğrenelim" kısmına başlayabilirdik. Müze mi, kilise mi? Acaba hangisinden başlıyoruz derken " Hadi, Belediye Binası` nı görmeye gidiyoruz." dediklerinde biraz afallamadım desem yalan olur.
Yol boyunca, belediye binası ve ilgimizi çekebilecek özellikleri hakkında kafa patlatırken kendisi tüm ihtişamıyla bana cevabını verdi.
Binanın içi, dışı kadar etkileyici olmasa da yine de çok güzeldi. Binanın etrafında, eldiven ve berelerle kuşanmış bir şekilde dolaşırken yanımızdan geçen gelinlere baktım. Hiçbiri soğuğa aldırmadan damatları kaptığı gibi fotoğraf çekilmek için nehrin kıyısına doğru gidiyordu. Fotoğraf çekildikten sonrada eski model bir taksiyle şehir turu yapıyorlardı ( ki ben taksiye bayıldım).
Bu ufak turdan sonra şehrin sokaklarını gezdik, ben antika ve ikinci el dükkanlara girip kendimden geçtim. Zaten bir saat içerisinde neredeyse tüm sokakları bitirmiş oluyorsunuz ve geriye alışveriş merkezleri kalıyor. Tüm bu yerleri gezerken Almanca bilmemek hiç sorun olmadı çünkü karşımıza çıkan beş insandan üçü Türk`tü. Pek çok yerde Türk dükkanları vardı. Türk manavı, kasabı, bakkalı ne ararsanız mevcut. Ben de Milano`da özlemini çektiğim pek çok şeyi bulmanın verdiği mutlulukla dönüş için hazırlanmaya başladım.
Ama dönemedim. Çünkü bu kadar güzel ve huzur dolu geçen iki günün sonunda tam on iki saat boyunca havaalanında bekledim. Sabah yedide binmem gereken uçağa akşam yedide bindim. Aslında fırsat bu fırsat bir gün daha kalmak isterdim ama hem havaalanı Bremen`deydi hem de ertesi güne uçuş yoktu ve benim gitmem gereken bir okulum vardı.:( Ama yine de o son on iki saat bile depoladığım enerjiyi ve sakinliği yok edemedi. Belki ilkbaharda bir kaçamak daha yaparım.