Güven… Evet, enteresan bir duygudur kendisi. Bu yazımda bir anım üzerinden bence “güven” duygusunu işleyeceğim. Lise birde bir tiyatro grubuna katıldım. İzlediğim sınırlı sayıda oyundan biri olan “Töre” oyununu sergileyeceğiz. Oyunu da nasıl beğenmişim, nasıl etkilenmişim, neredeyse replikleri tamamen ezberlemişim. İnanır mısınız? Başrol seçildim. Nene… Nasıl da bilge bir kadın. Haliyle güzel duygunun insanı oldum. Ezber yapılan süreçte hocamız bize tiyatroya dair oradan buradan şeyler anlatıyor ve klasik güven oyununu oynatıyor. Arkanda biri var, kendini ona bırakabiliyor musun, bırakamıyor musun? Tema bu. O zamanlar baya havalı bir yöntem gibi geliyor bu bana. Hani yeni bir kelime öğrendiğinde onu kullanacak bir yer ararsın ya; tam da öyle bir ruh haline bürünüyorum.
Sözün özü, devamında Ankara’ya gidiyorum. Kuzenimle görüşüyoruz. Zamanında bir mesajın iki kontüre denk geldiği zamanlar. Giriş, gelişme, sonuç yok hayatımızda, direkt sonuç var. Böyle bir hayal gücüne kolay sahip olmadı bu nesil.
Karşılıklı, hayatlarımızdaki gelişmeleri anlatıyoruz. Benim öncelikli meselem tiyatro tabii. Bu şahsa güven oyununu anlatıyor, hatta tam olarak kavraması için de canlı bir örnekle göstermek istiyorum. Öyle böyle derken, yerde yuvarlanırken buluyorum kendimi. İşte tam bir musibet bin nasihatten iyidir durumu.
İnsanın kendini birine yaslaması, hatta bırakması tabii ki zor bir durum. Bana göre, birinin yanında kendini güvende hissetmek, her şeyden önce büyük bir konfor sağlıyor. Özgüveni arttırıyor çünkü insana kendisi olabilme lüksünü yaşatıyor. En kötü anda bile ferah hissettiriyor. Ayağının sürekli frende olmasına gerek yok, direkt gidebiliyorsun. Daha az yakıt, daha hızlı yolculuk, bir de yolda sohbet olursa tam oluyor. İşte tam da bu noktada hepsinin bir arada olmasının zorluğuna inananlardanım. Bu yüzden şunu içtenlikle söyleyebilirim ki bazı şeyleri içimizde büyütmemiz gerekir. Bir şeylerin bazen toprağı da suyu da biz olabiliriz. Gübren bile olmasa, bazen eksik büyümek dahi güvende hissettirebilir insanı.