Kabul ediyorum geç kalmış bir yazı oldu; hem yazıyı fazla uzun tutmamak, hem de gerekli noktaları kafamda toparlayabilmek çok kolay olmadı. Ama böyle yaparak en çok aklımda kalan yerleri beynim otomatikman filtrelemiş oldu, işimi kolaylaştırmış oldum. Şimdi gelin size 23 Nisan’da gittiğim Stockholm’den biraz bahsedeyim!
Öncelikle İsveç’e olan önyargılarımızdan bahsetmek istiyorum. Arkadaş grubumuzdan bir kişi “ben biletimi aldım, artık siz de almak zorundasınız” demeseydi, muhtemelen biz de Stockholm yerine sıradan bir Avrupa ülkesine gidip, böyle güzel bir ülkeyi görmekten mahrum olacaktık (Ceren’e sevgiler). Yaşlı şehri, sıkıcı şehir, pahalı şehir vs. gibi laflara kulaklarımızı tıkayıp, güzel şeyleri not edip, çıktık İsveç yollarına.
Uçakta yanımızda oturan Stockholmlü arkadaşımızla başladık sohbete. İstanbul’un ne kadar güzel olduğunu söylediğimizde verdiği tepkisi, Stockholm’e olan beklentimizi bir miktar daha arttırdı. Neyse biz birkaç kişiyle daha tanışıp gerekli tavsiyelerimizi aldık. En çok duyduğumuz uyarı ise pahalı olduğundan dolayı, taksi kullanımımızı minimumda tutmamız gerektiği oldu. Gece çok geç gittiğimiz için her şeyi göze alıp uçaktan indiğimiz gibi taksiye koştuk. Evet biraz pahalıydı.
Stockholm dediğimiz güzel şehir 14 tane adadan oluşuyor. Harika bir mimarisi, tertemiz bir havası ve sokaklarda görmekten keyif alacağınız şık insanları var. Södermalm denilen yer İstanbul’daki Cihangir-Taksim taraflarına benzetiliyor. Biraz daha rahat, biraz daha genç kesimin bulunduğu yer aslında burası. Fakat biz her ne kadar Södermalm’da kalmak için çok uğraşsak da, Stockholm’ün sosyetik tarafı Östermalm’da kaldık. Başta yanlış yaptığımızı düşünsek de, seçimimizden oldukça memnun kaldık. Bilmeden 2 ana caddenin arasında kalan bir otelde konakladık. Muhtemelen yine gitsek yine orada kalırız. Bu arada tekrar gitmeyi düşünüyoruz, o kadar sevdik!
İlk günümüz tamamen şehri keşfetmekle geçti. Bol bol yürüdük. Zaten çok büyük bir şehir olmadığı için (metro ve taksiye de fazla bulaşmak istemediğimizden) şehri baştan başa yürüyerek gezdik. Östermalm’dan yola çıktık; yürüdükçe şehrin düzeni, binaların renkleri, insanların gülen güzü, mantıklı bir seçim yaptığımızı bize doğrulattı. Ben kendi adıma konuşacak olursam, “Japon Bahçeleri” denen Kungstradgarden’daki kiraz çiçekleri ağaçlarını görünce şehre sempatim üç kat arttı. Burası fotoğrafta da görebileceğiniz gibi kiraz çiçekleri ağaçları ile kaplı, ortasında havuzu bulunan bir park. Stockholm’de buluşma noktası gibi bir yer de diyebiliriz. Çevresi café ve restoranlarla dolu olan bu park özellikle pazar günü çevresinde etkinliklerin gerçekleştiği bir alan. Mesela biz pazar günü gittiğimizde ne olduğunu anlayamadığımız, herkesin peruklu olduğu bir etkinlik ve sonu yine bu parkta biten bir koşu vardı. Anlayacağınız bu park hep canlı!
Günümüze Östermalm ile Södermalm arasında kalan “eski şehir” (old city) Gamla Stan’da devam ettik. Bu turistik adada da Kraliyet Sarayı bulunuyor. Şöyle bir gezip dar sokakların tadını çıkarmak için Gamla Stan’da turlamaya başladık. Bu turistik bölgede yine çok sayıda café, restoran ve hediyelik eşyacılar bulunuyor. Bizim dikkatimizi en çok çeken şey ise restoranlardaki mumlar oldu. Gündüz saatlerinde bile her masada yanan mumlar, İsveçliler’in bazı şeyleri çözdüğünü düşünmemize neden oldu. Gerçekten sokaktan geçerken öyle şık görünüyor ki, insan içeri girip oturmak, o şık atmosferi yaşamak istiyor. Turumuza devam ederken hediyelik eşyacıları da atlamadık tabii; girip İsveç hatırası olarak birkaç parça “geyikli” magnet/peluş/anahtarlık alıp çıktık. Geyik simgesini de biraz kıskandık. Merak ettiğiniz noktaya gelecek olursam: evet Stockholm çok pahalı! Bu arada içkilerin vergisi de yüksek olduğundan, Türkiye’den daha pahalıya içki içtiğimizi söyleyebilirim. Dolayısıyla olabildiğince az şeye para harcayıp, yeme-içmeye cömert davranmak zorunda kaldık.
Gamla Stan turumuz da sona erince, şehrin daha az görselliği olan tarafı Södermalm’a geçtik. Götgatan’da, yani mağazaların bulunduğu caddede, yürümeye devam ettik. Bu arada dikkatimizi çeken bir diğer şey şu oldu: 9-10 yaşlarındaki kızların bile bir stili var bu şehirde. Büyümüş de küçülmüş havaları çok hoş olmasa da , belli ki bu kızlar da birkaç seneye 30-40 cm boy atıp anneleri/ablaları gibi bir içim su olacaklarının farkında.
Alışveriş caddesine gelmişken, şehirde öne çıkan ikinci el vintage butikleri ziyaret ediyoruz hemen. İsveç’te herşeyin bu kadar pahalı olması da bu ihtiyacı doğurmuş olabilir; emin değilim, ama çok sayıda ikinci el mağaza var ve mağazalar müşterileriyle dolu. İsveçli markalar H&M ve Acne ise fiyatlarından ödün vermemiş, Türkiye ile bir farkı yok. Henüz Türkiye’de olmayan bir diğer H&M’vari markaları Monki ise hoşumuza gidiyor. Hepimiz birer parça birşey alıp çıkıyoruz.
Akşamüstü Södermalm meydanında herkesin keyifle içkisini içtiği yere oturup biz de biraz keyif yapıyoruz. Öğrendiğimiz kadarıyla Gondolen denen yerde gün batımını izlemek lazımmış. Biz de geri kalmıyoruz tabii, ufak bir “happy hour” keyfinden sonra Gondolen’a gidiyoruz. Şık bir restoranı, cafesi ve seyir terası olan bu yerde güneşi batırıp birkaç fotoğraf çekip, Östermalm yolumuzu tutuyoruz.
Bu arada Urban Deli’ye gitmeyi planlarken karşımıza çıkan Meksika restoranına bayıldık! Fotogaleride “Same Same but Different” başlıklı fotoğraflar oradan. Listenize mutlaka ekleyin, yemekler de ortam da müthiş!
İkinci güne Östermalm’in Champs-Elysees’si Birger Jarlsgatan’da başladık. Lüks mağazalar ve cafeler bu sokakta bulunuyor. Neredeyse mendilsiz erkek geçmiyor, herkes çok şık ve zevkli görünüyor. Kendimizi ufak bir alışveriş turuna kaptırıp, Biblioteksgatan’a doğru rotamızı çiziyoruz. Bu sırada harika bir Urban Outfitters bizi kendine çekiyor. Daha sonra yine Türkiye’de bulunmayan &Other Stories’de buluyoruz kendimizi. İrademize sahip çıkıp olabildiğince az şey satın alarak buradan da çıkıyoruz.
Alışveriş turunu tamamladıktan sonra ise tam meydanda bulunan bir Fransız cafesinde soluklanıp, çok meşhur olduğunu duyduğumuz bir burgerciye doğru yola çıkıyoruz. Bu arada bu aşamada ilk kez metro kullandık. Önemli bir hatırlatma: burada metrolar “M” ile değil “T” ile gösteriliyor!
Flippin Burger Stockholm’ün ün almış burgercisi. 15:45’te gittiğimizde 16:00’da açılacaklarını söylemeleri üzerine bir cafede zaman geçirip, 16:02’de gittiğimizde mekanı dolu görmek bizi de bu ününe inandırdı. Ben bu konuda çok gurme olmasam da arkadaşlarım burgerlere bayıldı! Yalnız bir hafta öncesinden rezervasyon yaptırdığım restorana akşam gideceğimiz için kişi başı 1 burger yerine yarım burgerle bu öğünü de atlattık.
Pelikan denen restoranı Anthony Bourdain’ın tavsiyelerinde görmüştüm; rezervasyon sıkıntısı yaşayacağımızı düşünüp İstanbul’dayken online rezervasyonumuzu yapmıştım. İyi ki de yapmışım, ona rağmen kapıda bir kuyrukla karşılaştık. Şık sayılabilecek, güzel bir restorandı. Bourdain’ın somon ve kremalı patates tavsiyesine kulak verip bir yemeğimizi ondan söyledik, diğer tercihlerimiz risotto ve et oldu. Kremalı patates ve risotto ise favorilerimiz oldu. Ama mutlaka gidilmesi gereken bir restoran olduğunu yine de söyleyemeyeceğim.
Gelelim hafta sonuna.. Haftasonu planımız belliydi. Stockholm’ün en güzel otellerinden biri olan Berns’de brunch’a gidecektik. Sonrasında da Djurgarden adasına geçip oradaki müzeleri gezip, lunaparkta eğlenecektik. .Gröna Lund, yani o meşhur lunapark tam da o gün sezon açılışını yapıyordu. Tavsiyemiz, cesaretinizi toplamak için gerekirse 8 shot yapın, yine de “insane” denen alete binmeden gelmeyin! Evet biraz korkutucu görünüyor, ama o adrenaline değer.
Son günümüz şehirdekilere ayak uydurup pazar gününün tadını parklarda çıkararak geçti. Skeppsholmen adasına gidip herkesin yaptığı gibi biz de çimenlere uzanıp biraz keyif yaptık. Öğleden sonra uçağımız olduğu için pek vaktimiz yoktu ama zamanımızı yeterince efektif kullanmayı başarabildik. Yine dikkatimizi çeken nokta şu oldu: bu şehirde tüm insanların yüzü gülüyor! Hava tişörtle gezilecek kıvamdayken insanlar ayrı bir mutlu, huzurlu. Tek başına banklarda oturanlar da, ailesiyle parklarda oturanlar da.. Anlayacağınız, bizim ülkemizde pek bulunmayan o huzurlu yüzü, bu ülkede neredeyse herkeste görebiliyorsunuz.
Gelelim gece hayatına. Biz açıkcası çok ümitli değildik. Beklentilerimizin çook çook üzerinde çıktı Stockholm’ün gece hayatı. Ama hafta içi pek hareketli olmadığını duyduk. Biz yine de perşembe gecesi çıkıp, tamamen şans eseri güzel bir bara denk geldik. İsmi Radio Skanstull. Stockholmlü gençlerin takıldığı bir mekanmış. R&B, hiphop şarkıları duyunca girdik, bir daha da çıkamadık. Hatta ertesi gün yine uğramadan edemedik.
Bir sonraki gece, meşhur gece kulubü Tradgarden’a gitmeye heveslendik. Fakat henüz açılmamış. Ama yazın giderseniz mutlaka bu gece kulübüne gidin. Belli ki Stockholm’ün en iyi gece kulübü burası. Biz kapısına kadar gittik, ordan anladık. Şaka bir yana kime sorsak bize orayı övdü. Gecenin devamı Södermalm’ın gecesini çözmeye çalışarak devam etti. Evet fena değildi, ama Östermalm’ın zerafeti burada yoktu. Birkaç pub’a girip çıktıktan sonra `bizim mahalleye` (Östermalm`da Stureplan) dönme kararı aldık. Stureplan denen meydana gidip ordaki mekanlardan Sturehoff’a gittik. Zaten bildiğimiz müziğin çaldığı yer bizim için ideal yerdi.
Son gecemizde olaylara biraz daha hakimdik. Stureplan’da ismini not etmeyi unuttuğum güzel bir mekana gittik. Ilerleyen saatlerde kulübe dönüşen güzel bir restorandı. Biz de tam o saatlerde gidip, müziğin tadını çıkardık. Sonrasında orda büyük bir arkadaş grubu oluşturup hepbirlikte başka bir mekana geçtik. Sturecompagniet. 2 ayrı konseptli bu gece klübünü çok sevdik. Bir katı rock bar, diğer katı R&B, pop tarzı çalan bu barda son gecemizi geçirdik. Gecenin bir vakti çıktığımızda şaşkınlığımız sokaklardaki kalabalık oldu (Fotoğrafta da göreceksiniz; saat 4`ü geçiyordu). Gündüz bile böyle görmediğimiz sokaklar, Cumartesi gecesinin hakkını veriyordu. Buraya yaşlı yeri demekle haksızlık ettiğimizi düşünüp gecemize Subway’de son verdik.
Kısaca özetleyecek olursam, fotogaleride de daha detaylı göreceksiniz ama, Stockholm gerçekten her şeyiyle göze hitap eden bir şehir. Özellikle Mayıs-Haziran aylarında çok daha keyifli bir yer olacağına emin olduğumuz, adalardan oluşan bu nefis şehri seveceksiniz. O sendrom doğruymuş bile diyebilirsiniz. Mutlaka gidin görün, hatta bu gezinizi daha da geniş tutup diğer İskandinav ülkelerini de görün, pişman olacağınızı sanmıyorum.
Hadi şimdi fotogaleriye tıklayın!