Ana SayfaSağlıkNe Yediğinizi Biliyor Musunuz?

Ne Yediğinizi Biliyor Musunuz?

Yazı: Nur Mehtap Cengiz

Geçenlerde üniversiteden arkadaşlarımla beraber yemek yemek ve sohbet etmek için buluştuk. Ben hayatımın hiçbir döneminde aslında ne yediğimle çok ilgilenmedim. Üniversite, stajlar, mezuniyet, iş derken hiç bitmeyen bir koşuşturmanın içinde karnımı doyurmak benim için sadece ihtiyaçtı. Dışarıdayken acıktığımda kafelere, restoranlara veya ayaküstü bir şeyler atıştırabileceğim büfelere doğru yol alıyordum. Ancak herkes benim gibi değil.

Her zaman yediği içtiği şeyler hakkında dikkatli davranan arkadaşım, artık ayda sadece bir defa herhangi bir et ürünü (tavuk, balık, kırmızı et vs.) yediğini ve Türkiye’de yetişmeyen hiçbir meyveyi, sebzeyi tüketmediğini söyledi. Onu bir süre dinledikten sonra, “Sağlıklı yaşamaktan bahsediyorsun ama önceden daha fazla balık tüketirdin, artık daha az yiyeceğim diyorsun. Her sabah yumurta yerdin, onun da sayısını azaltmışsın. Ve sen tanıdığım, avokadoyu en çok seven insansın, yemeden nasıl duracaksın?” dedim. Bana bunun sadece sağlıklı beslenmeyle ilgili olmadığını, yediklerine hem sağlığı hem de vicdanı için dikkat ettiğini söyledi. Kalabalık arkadaş grubunun da etkisiyle sohbet konumuz değişse de bir sağlık editörü olarak konuştuklarımız çoktan dikkatimi çekmişti.

Bu görüşmeden haftalar sonra internet sitelerinde sağlık konularıyla ilgili son haberlere bakarken, “eat responsibility” cümlesine denk geldim. Aslında bu cümlenin tam bir karşılığı Türkçede yok. Fakat kişinin, tükettiği ürünler hakkında bilgi ve sorumluluk sahibi olması şeklinde açıklayabiliriz. Özellikle Avrupa ülkeleri ve Amerika’da oldukça ünlenen ve sağlık konusunda bu kelimeyi kullanmaktan hoşlanmasam da “trend” haline gelen bir konu. Aslında küreselleşen dünya nimetlerinin bize sağladıkları sayesinde hepimiz az çok bu haberleri duyuyoruz, okuyoruz veya en azından fısıltıları kulağımıza çalınıyor. Peki, aramızda kaç kişi bu konuya tam olarak hâkim?

Fotoğraf: @carlotaweberm

Bilinçli tüketicilik

Aslında bu kavram sadece yiyecek tüketiminde kullanılmıyor, her türlü alışverişi kapsıyor. Kavramın tanımı ise; bir mal veya hizmeti satın alırken temel gereksinimini ön planda tutarak, güvenli ve sağlıklı olması için araştırma yapmak, tüketici haklarını bilmek ve savunmak şeklinde yapılıyor. Bu kavramı tamamen yemek konusuna entegre ettiğimiz zamansa, satın alıp evde tüketilen veya direkt dışarıda tüketilen yiyeceklerin tam olarak nereden geldiği, hangi işlemlerden geçtiği ve hatta orada çalışan kişilerin çalışma şartları gibi konular hakkında da bilgi sahibi olmak anlamına geliyor.

Et tüketimi

Vejetaryenler, veganlar ve et sevenler arasındaki en büyük tartışma konusu bu diyebiliriz. Et sevenlerin büyük bir çoğunluğu etin sağlığımız açısından birçok faydalı besin içerdiğini, bu nedenle de tüketilmemesinin hem çocuklarda hem de yetişkinlerde sağlık problemlerine yol açabileceğini savunuyor. Diğer grupsa, etten alınacak besinlerin baklagiller ve tahıllarda bulunduğunu, eksik kalan besinlerin de gıda takviyeleriyle kolayca giderilebileceğini söylüyor. Ancak artık her iki grubun da şikâyetçi olduğu ortak bir nokta var: Hayvanların yetiştiriliş şekli.

 

Tükettiğimiz etin “markası” hepimiz için önemli. Eğer bir kasap yerine marketten et alışverişi yapıyorsak, üzerinde yazanları dikkatlice okuyor, güvendiğimiz ya da az çok bilgi sahibi olduğumuz markanın ürününü alıyor veya almaya çalışıyoruz. Konu et olunca alışveriş kıstaslarımız arasına aynı zamanda maddi durum da giriyor. Bazı kimseler et alışverişi yaparken markadan ziyade fiyata bakmak durumunda kalabiliyor. Ancak bu hayvanların yetiştikleri yerler, kullanılan yemler, paketlenme ve transfer süreçleri ile ilgili tam bilgiye sahip olamıyoruz; ve tüketiciler bu konudan artık oldukça şikâyetçi.

 

Örnek vermek gerekirse, inekler çoğunlukla sağlıksız besi yerlerinde tutulup sağlıksız yemlerle besleniyor ve antibiyotikle tedavi ediliyorlar. Tavuklar zorlukla hareket edebildikleri küçücük kafeslerde veya yemin, suyun ve havalandırmanın bile kirli olduğu alanlarda tutuluyorlar. Sorunlarımız arasında bir de et yemeklerinde, özellikle de fast food ürünlerinde kullanılan “pembe balçık” bulunuyor. Pembe balçık konusunda yapılan tartışmaların iki yönü var. Bu tartışmalardan bahsetmeden önce pembe balçığın ne olduğunu açıklayalım. Büyükbaş kasaplık hayvanların değerlendirilmesi aşamasında üç grup kesim ürünü ortaya çıkıyor. Bunlar; insan gıdası için uygun olan kısım, kesim artıkları (yan ürünler) ve kesim atıkları olarak sınıflandırılıyor. İnsan gıdası için uygun olanlar karkas ve sakatat ürünlerinden oluşurken, işkembe ve bağırsakların içindekiler kesim atıkları olarak genellikle gübre sanayiinde değerlendiriliyor. Bunların dışında kalan yağ, kemik, kan ve işkembe ise yan ürünler olarak farklı endüstrilerde kullanılıyor.

 

Trimming, karkas üzerinden ürüne işleme veya taze tüketim amacıyla ayrılan et parçaları üzerindeki yağ, kemik ve diğer bağ doku parçalarının ayrılması işlemine verilen isim. Pembe balçık ise, trimming işlemi ile karkastan ayrılanlar üzerinde kalan etlerin düşük sıcaklıkta seperatör makineler yardımıyla yağlardan arındırılarak elde edilen, et ürünlerinde bileşen ve dolgu maddesi olarak kullanılabilen bir et kaynağı. İlk olarak 2008’de kıyma ve kıyma bazlı ürünlerde yüksek oranda pembe balçık kullanıldığı haberleri basında yer aldı. Ve üretim aşamasında macun gibi görünen eti temizlemek için kullanılan amonyum hidroksitin insan sağlığına zarar verdiği yönünde yapılan haberler tüketicilerin dikkatini çekti. Bunun üzerine Amerika’da, ürün etiketlerinde belirtilmeksizin et ürünlerinde yüzde 15’e kadar pembe balçık kullanılmasına izin verildi.

Avrupa ülkelerinde üretimi ve tüketimi yasak olan pembe balçıkla ilgili henüz Türkiye’de yasal bir düzenleme bulunmuyor. Tartışmalar iki ana konu üzerinde gerçekleşiyor; biri pembe balçığın uzun vadede insan sağlına zarar verebilme ihtimali, diğeri ise artan nüfusa karşın azalan besin kaynakları. Sürekli fabrika çiftliğinde üretilen ve yetiştirilen hayvanların etini, sütünü tüketmek sağlığı birçok alanda olumsuz etkileyebiliyor. Bu nedenle et seven çoğu insan marka tercihinde bulunurken, hayvanların otlayan, çayırda dolaşarak beslenen veya mandırada yetişmiş olmasına dikkat ediyor. Ancak yine de besi hayvanına nasıl davranıldığı bizler için de hayati önem taşıyor, çünkü onların vücuduna ne girerse biz de aynılarını alıyoruz. Fabrikalarda hayvanların yetiştirilme şekilleri hem hayvanlara hem de çevreye zarar veriyor.
 

 

Fotoğraf: @hollychippindale

Tehlikeli meyveler

Palm yağı, margarinlerden dondurmalara, işlenmiş gıdalardan paketlenmiş ekmeklere, sıvı deterjanlardan şampuan, ruj ve ağdalara ve hatta biyolojik yakıtlara kadar birçok ürünün içerisinde bulunuyor. Palmiye ağacının meyvelerinden üretilen yağ, dayanıklı ve ucuz olması nedeniyle endüstri tarafından oldukça seviliyor. Anavatanı Batı Afrika olsa da yağış miktarı ve sıcaklığın yüksek olduğu Asya, Kuzey ve Güney Amerika’nın farklı bölgelerinde de yetişebiliyor. Palm yağının yüzde 85’i Endonezya ve Malezya’dan elde ediliyor. Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA) palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısıda rafine edilmesi halinde diğer bitkisel yağlardan daha çok kanserojen madde ortaya çıkarttığını söylüyor. Oysa palmiye yağı doğal kırmızı renginin değişmesi, kokusunun yok olması için yüksek ısılarda rafine ediliyor.

 

Palmiye yağının kullanılmasıyla ilgili soru işaretleri bunlarla sınırlı değil. Çevreci örgütler palmiye yağı üretiminin iklim değişikliği, hava kirliliği ve toprak erozyonuna neden olduğu konusuna da dikkat çekiyorlar. Greenpeace, palmiye yağının en büyük üretici ülkesi olan Endonezya’da üretimin geçen 25 yılda altı katına çıktığını belirtiyor. Üretimi artırmak için şirketlerin yağmur alanlarını talan ettikleri ve yerine palmiye ağacı diktikleri eleştirisinde bulunuyor. Palm yağı üretimi için yok edilen ormanlarda bulunan turba kömürleri önemli oranda karbon barındırıyor. Turbalık alanların yok edilmesiyle birlikte büyük miktarda sera gazı salınımı gerçekleşeceği söyleniyor. Bütün bunların yanı sıra yağmur ormanlarının yok edilmesi ile kaplanlar, filler gibi birçok vahşi hayvan evsiz kalırken, orangutan gibi büyük maymunların kaçırılması ve ticaretinin yapılması da kolaylaşıyor.

Palmiye ağacının meyveleri, ucuz iş gücü sağlamak amacıyla Endonezya’nın Borneo ve Sumatra adalarının kırsal kesimlerinden getirilen, gelir durumu çok kötü olan ailelere hatta çocuklara toplatılıyor. Çocuklar fazlasıyla ağır meyve torbalarını taşımak ve her gün eğilerek yere düşen meyveleri saatlerce toplamak zorunda bırakılıyor. Dikenli ağaçlara tırmanırken yaşanan güneş çarpması, kesikler ve morarmalar işçilerin yaşadıkları ortak problemler arasında. Ayrıca çoğu çocuk işçi, uğraşları sonucunda ya çok az para alıyor veya hiç para alamıyor. Yani palm yağı endüstrisi hem bölgede yaşayan insanları, hayvanları hem de küresel ısınma sorunuyla sağlığımızı yakından ilgilendiriyor.

Palm yağının benzeri bir durum avokado meyvesi için de geçerli. Amerikalıların “süper yiyecek” diye adlandırdığı ve fiyatı gittikçe artan avokado, kozmetik sanayisinde ve gıda endüstrisinde bolca kullanılıyor. Mükemmel bir enerji kaynağı olan avokado, 100 gramda yaklaşık 167 kalori bulunduruyor ve avokadonun meyve eti diğer meyvelerden protein bakımından daha zengin oluşuyla biliniyor. Ayrıca fareler üzerinde yapılan deneylerde kansızlığı iyileştirici veya önleyici potansiyel bir değerinin olduğu vurgulanıyor.

Meksikalı çiftçiler, kendilerine çok daha fazla maddi kazanç sağladığı için Meksika’da bulunan çam ağacı ormanlarını yok ederek yerine avokado ağaçları dikiyor. Mexico National Institute for Forestry araştırmacısı Mario Tapia Vargas, “Çiftçiler çam ağaçlarını kesmese bile çam ağacı diplerine avokado ağacı dikiyorlar, yani eninde sonunda çamların tamamı kesilecek” diyor. Çam ağaçlarının kesilmesi aynı zamanda vahşi hayatı da olumsuz yönde etkiliyor. Avokado ağaçları diğerlerine göre suyu iki kat daha fazla emiyor. Bu da ormanların ve hayvanların beslendiği bölgeyi etkiliyor.

Greenpeace Meksika yetkilileri, “Ormanların yerlerinin değiştirilmesi ve suyun alıkonulmasının yanı sıra avokadoların paketlenip transfer edilmesi için çok sayıda tarım kimyasalları ve fazlaca oduna ihtiyaç duyuluyor. Bu faktörler de hem çevreye hem de yöre insanına zarar veriyor” diyor.

 

Fotoğraf: @mariakragmann

Peki ne yapabiliriz?

Bireysel olarak yaptıklarımız okyanusta bir damla gibi görünebilir, ancak sayımız artıkça endüstri de isteklerimizin ve nasıl hareket ettiğimizin farkına varacaktır. Bilinçli yemek tüketiciliği konusunda izleyebileceğimiz birkaç adım bulunuyor:

 

1) Lokal yiyecekler: İnsan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın ölçüsü olan “karbon ayak izini” azaltmak ve yiyeceğimiz ürünlerin besin maddelerini kaybetmemesi için ideal uzaklık 160 km diyebiliriz. Çünkü yiyecekler toplandığı andan itibaren içerisindeki besin değerlerini kaybetmeye başlıyor. Ayrıca yakıt ve otomobil emisyonu çevreye fazlasıyla zarar veriyor. Lokal yiyecekler tüketerek aynı zamanda yerel çiftçilere de destek oluyorsunuz.

2) Sezonun meyveleri-sebzeleri: Sizleri bilmiyorum ama ben Haziran ayı geldiğinde çilekleri düşlemeye, devam eden günlerde de dutları aramaya başlıyorum. Havaların iyice soğumasıyla birlikte de ortalıkta ne kadar mandalina varsa toplamaya başlıyorum. Çünkü insanlık tarih boyunca sezonu olan meyveleri tüketti ve bu durum evrimle birlikte genlerimize işlendi. Sezonunda meyve-sebze tüketmek demek, ürünleri en olgun ve en mükemmel halleriyle tüketmek anlamına geliyor. Tam da bu yüzden kışın yediğimiz domatesin hiçbir tadı olmuyor.

3) Organik ürünler: Hayvansal ürünler, meyveler ve sebzeler şeklinde organik ürünleri ayırabiliriz. Organik meyve ve sebzelerden kastımız üretimde zirai ilaçların ve sentetik gübrelerin kullanılmıyor olması. Hayvanlarda da hormonlarla antibiyotiklerin kullanılmamış olması önemli. Bir diğer kıstasınız da hayvanların otlatılarak ve gezerek büyütülmesi olmalı. Çünkü sentetik gübreler, ilaçlar, sürekli kullanılan antibiyotikler uzun vadede doğuştan sakatlıklara neden olabiliyor, bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç göstermesi gibi etkiler de gözleniyor. Eğer yapabiliyorsanız kendi meyve ve sebzelerinizi kendiniz yetiştirin.

4) Daha az balık: Zavallı denizlerimiz gittikçe daha çok yağmalanmaya başladı ve daha çok kirleniyorlar. Kaçak avlanma denizlerdeki balık popülasyonunu azaltırken, balıkların maruz kaldığı ağır metaller onlarla birlikte vücudumuza girerek uzun vadede birçok sağlık problemine sebep oluyor.

5) İşlenmemiş yiyecekler: Paketlerde satılan yiyeceklerin “içindekiler” kısmını okumayı unutmamak ve hatta alışkanlık haline getirmek gerekiyor. Bu kısma baktığınızda yazılanların yarısını bile anlamıyorsanız, elinizdeki paketi bırakıp diğer seçeneklere yönelmelisiniz.

 

Kaynak: Psychologies Türkiye Ocak 2017

INSTAGRAM

SOSYAL MEDYADA BİZ

58,698BeğenenlerBeğen
50,163TakipçilerTakip Et
879TakipçilerTakip Et
6,728TakipçilerTakip Et
1,569AboneAbone Ol

TAROT FALI