Gençliğin bir büyüsü var. Tıpkı bilinmeyenin, görünmeyenin, duyulmayanın ve hissedilmeyenin olduğu gibi, genç olma halinin de kendine has bir büyüsü var. Yanlışların doğruları götürdüğü ve fakat o yanlışı yaparken alınan hazzın her şeye değer olduğu yaşların tuhaf bir duygusu var. Sanki her şeyi yapabilirmiş gibi, yanlış da olsa, tüm dünyaya her şeyi yapabileceğini göstermenin cesareti de denebilir buna. Aptallık belki de. Geriye dönüp bakınca pekala aptallık hatta, yine de saf, tecrübesiz ve amatör bir aptallık. Tıpkı evden kaçıp, sabaha karşı gidecek hiçbir yer kalmayınca yine sıcak yatağında uyanmak gibi. Devasa bir sapana takılıp binlerce kilometrelerce uzağa fırlatılmış ve tüm yolu yürüyerek dönecek enerjiye de sahip olmak gibi. Koşarken takılıp havada takla atarken düşmeyi gülümseyerek karşılamak gibi. Tıpkı aşık olmak gibi. Bilinmeyene, görünmeyene, duyulmayana ve hissedilmeyene beslenen büyülü bir aşk gibi.
Ünlülerin ölmeden önce söylediği son sözlerine bayılan Miles Halter. Evindeki güvenli hayatın kapısını, François Rabelais’in ölmeden hemen önce ‘Büyük Belki’ olarak betimlediği bilinmezin ne olduğunu bulabilmek için yatılı okula yazılarak kapatan Miles. ‘Büyük Belki’nin peşine düşerken yolu zeki, komik, son derece seksi yine de bir o kadar perişan halde olan Alaska’yla kesişen Miles. İlk içki. İlk şaka. İlk dost. İlk aşk. Bir hayatın başka bir hayat üzerinde bıraktığı kalıcı izler. Bir araya geldiğinde parçalanan her şey gibi.
Tüm hayatını bir kızı uzaktan severek geçiren Ouentin Jacobsen. Lise mezuniyetini Walt Whitman’ın ‘Çimen Yaprakları’ kitabındaki ‘Kendi Şarkım’ şiirinin ve onu bu şiiriin peşine takan bir kızın, Margo Roth Spiegelman’ın peşinden gitmeye tercih eden Quentin. Her zaman bilinmezlerle dolu olan ve bir noktadan sonra tam bir gizeme dönüşen Margo’nun kağıttan kentlerini ararken kabuğunu kırıp çatlaklarından kendine bakan Quentin. Pencereler. Aynalar. Kök salmak. Terk etmek. Bir insanın, bir insandan daha fazlası olduğuna inanmak kadar aldatıcı.
Birkaç yıl daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine rağmen hastalığı ölümcül olan on altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace. Hayatı, Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu’nda boy gösteren yakışıklı August Waters sayesinde bambaşka bir yöne akan Hazel. Hastalığını, Peter Van Houten’in ‘Görkemli Izdırap’ adlı romanındaki Anna karakteri için hiçe sayan Hazel. Uykuya dalmak. Aşık olmak. Üzücü öyküler. Eğlenceli şık. Bazı sonsuzların bazı sonsuzlardan büyük olması gibi.
*
John Green. Tıpkı yaşadıklarını, hayal ettiklerini, hayal kırıklıklarını; tıpkı gençliğini yeniden okumak gibi.