Ana SayfaYazarlarPrincess of Polka DOTs

Princess of Polka DOTs

Princess of Polka DOTs
Şimdi küçük bir oyun oynayalım. Gözlerinizi kapatın ve parmaklarınızla göz kapaklarınıza biraz bastırarak ovuşturun. Mor, sarı, turuncu, turkuvaz puantiyeler beliriyor mu? Sonra gözünüzü açıyorsunuz ve bir süre devam ediyor. (Tabii siz şimdi göz makyajınız varsa içinizden hakkımda güzel yorumlarda bulunmuş olabilirsiniz, neyse) İşte 1960’larda bir pop art fenomeni haline gelen Yayoi Kusama tüm hayatını böyle geçirmiş.
 
Birkaç hafta önce Londra seyahatim sırasında Eda Göklü sağolsun beni sonsuz, sihirli puantiye dünyasına davet etti. İyi ki etmiş! Bir süredir olmadığı kadar beni sarsan bir sanat olayına tanık oldum. Kusama 2012’nin yükseklen ya da tekrar yükselen ya da moda dünyasının küçük tanrıları için şu an patlama yaşayan bir isim. Nedenini ise duymuşsunuzdur. Marc Jacobs’un über lüks oyun bahçesi Louis Vuitton ile yaptığı işbirliği. Bu konuya yazının sonunda tekrar geleceğim diyerek Kusama’nın şaşkınlık içinde bırakan sanat hayatına dönmek istiyorum.
1929 yılında Japonya’nın taşrasında orta sınıf burjuva bir aileye doğan küçük Yayoi çocukluk yıllarını zampara babasının ve kıskanç annesinin bitmez sürtüşmesinde geçirir. Babası tohum tüccarıdır ve en çok maruz kaldığı manzara çiçekler, kırlar, dağlar tepeler gibi doğal varlıklardır. Bir de uzaktan uzağa soluduğu savaş… Traumasından uzaklaşmak için kendini resme verir. Savaşı, hayat ve ölümü, kişisel kabuslarını doğa metaforu üzerinden büyük bir ustalıkla resmeder ve azımsanmayacak bir üne kavuşur kendi naturasında. Fakat Japon Dünyası’nda, diğer tüm şark dünyası gibi, kısıtlı kalmak ve kadın olarak bastırılmak, aşağılanmak Kusama’nın bardağını taşırır. Ailesinden de aldığı sınırlı destek ile kendini New York’a atar.
Oldukça içine dönük olan ve “Art brut”un neredeyse sözlük karşılığı gibi bir izlenim veren Kusama  Empire State Building tepesine ilk çıktığında ettiği “Birgün New York Sanat Sahnesini fethedeceğim!” sözü ile oldukça kafa karıştırsa da dediğini yapar. O zaman erkek ve beyaz egemen olan bu dünya (Andy Warholl’lar falan havalarda uçuşuyor o sıra) ilk defa çok karakteristik bir Uzakdoğulu, kadın artistin sanatının yoğunluğu altında eziliyor. Bu dönem Kusama’nın sanatı çok büyük bir değişim gösteriyor ve minimalizm, pop art, performans art, feminist art gibi yepyeni akımları hemmen benimsiyor. Hatta avant garde’ın kraliçesi oluyor. Bu dönem ağlara boğulu “Infinity Nets”, her an gördüğü halisünasyonlar kaynaklı puantiyeler ve 3 boyutun en önemli örneklerinden “Accumulations” isimli eserler bir daha hiç bitmemek üzere başlıyor.
Sergiyi gezerken gerçek anlamda kendinizi Kusama’nın dünyasında hissediyorsunuz. Mesela aynalar ve ışık enstalasyonları ile yarattığı “Infinity Mirrored Room – Filled with the Brilliance of Life” ya da “I’m here, but Nothing” isimli neon puanlarla dolu oturma odası, ya da sesksüel açıdan irite olabileceğiniz, garip bir his yaşatan Accumulation Heykelleri kontrolün sizde değil de Kusama’da olduğunu sergi boyunca hissettiriyor.
Kusama daha önceden Frankly Fresh’de de bahsettiğimiz “Conceptualism”in de en önemli temsilcilerinden. Sergiyi gezerken beni bir PR insanı olarak en çok etkileyen yanlarından biri de kendi tanıtımını ve pazarlamasını başarıyla gerçekleştirmesi oldu. Yeni akımları anında benimsemesi, o dönemin deneyimsel gençliğinin orjileri, uyuşturucuları ve mistisizminin içinde sıradışı tavrı ile dikkatleri üzerine çekmesi ve en önemlisi kendini dönemin önemli sanat koleksiyonerlerine başarı ile tanıtarak ismini çağdaş sanatın önde gelenleri arasına sokması… Çünkü biz biliriz ki, sanatçı çoğu zaman kendini anlatamaz, hep ona inanan birilerin sanatçıya sahip çıkması gerekir, günlük hayatla iletişim kuramaz ve genelde bizim bildiğimiz hali ile yaşama gözlerini sefalet içinde yumunca değeri anlaşılmaya başlanır. Ama Kusama da Warholl gibi sanat eserleri ile fotoğraf çektiriyor, provokatif eylemlerle sanatını sokağa taşıyor ve ne diyeyim “sex sells” tabii… İyi de yapıyor çünkü sanatı “slogan” gibi, sürekli söylenen akla takılmış bir şarkı gibi…
Şu an 83 yaşında olan ve 1970’lerin ortalarında Japonya’ya geri dönen Kusama aradığı ilgiyi bulamayınca “ben kendimi pek iyi hissetmiyorum galiba” diyerek hür iradesi ile mental kliniğe yatar. Bugün hala orada kalan Yayoi Kusama caddenin hemen karşısında bulunan atölyesinde entourage’ı ile üretmeye devam ediyor hem de her zamankinden daha renkli daha yaşam dolu. (tabii bir yaştan sonra öyle olabiliyor.)
Başa geri dönersek Tate Modern’deki zengin serginin sponsoru da olan Louis Vuitton kendine oldukça yakışır bir isim seçmiş. Yine Murakami gibi vurcu ve pop. Mark Jacobs sanatçının hiç bitmeyen yaratma enerjisinin kendisini çok etkilediğinden bahsediyor. Ama bir yerde bir video var. Orada MJ 2006 yılında sanırım (hani Wlly Wonka değil de nerd imajı varken) Kusama’nın stüdyosuna gidiyor. Orada Kusama kendisine üzerini punatiyeleri ile şenlendirdiği bir LV çantasını gösteriyor. (Bu arada Kusama’nın aklımda beliren LV kuyruğunda Japon imajı da paha biçilmez.) Sanki orada kafasında bir şimşek çakmış olabilir MJ’in. Tabii sonuç çok başarılı, çünkü puantiye zaten çok süper bir desen. Alttaki koleksiyon görseli  yine turna gözünden vurulmuş, çok eğlenceli, renkli ve pop bir koleksiyon olmuş dedirtiyor.
 
 Ama beni asıl sevindiren Kusama’yı ve bunun gibi işbirliği yaptığı sanatçıları Louis Vuitton’un çok farklı bir kitle ile tanıştırıyor olması. Bu kitlenin maddi olanağı yüksek ve dönemin trendi çağdaş sanat pastasından ısırmak istiyor. Sınıfın “it girl”ü okula Kusama deseni ile gelince onlar da puantiyelere bürünmek istiyor. Eminin şu an Kusama eserleri zilyonlar ediyordur ve o zilyon benim olsaydı paramı ilk eserlerine yatırırdım. Bu nedenle de bana göre Louis Vuitton sanata çok büyük bir hizmet veriyor. Hele Tate Modern sergisi ile tüm alkışları hak ediyor.
 
Görüşmek üzere!
Çağla Bingöl
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

INSTAGRAM

SOSYAL MEDYADA BİZ

58,698BeğenenlerBeğen
50,163TakipçilerTakip Et
879TakipçilerTakip Et
6,728TakipçilerTakip Et
1,569AboneAbone Ol

TAROT FALI